Avrupa’nın en batı ucuna yolculuk…
18/05/2014Fransız Rivierası’nın başkenti: Nice
26/05/2014BÖLÜM 3.
Barbaros’un Yurdunda…
Bu Midilli hikayesi de çok uzadı, “Pehlivan tefrikası”na döndü derseniz, biliniz ki kabahat bendedir. Bilgisayar özürlü bendeniz, meslekten de gelen, “detaylı anlatma” merakı ile yazdıklarım yok olursa diye düşünerek, bölümler halinde yazmayı seviyorum, sabredin bir son bölüm daha var bundan sonra. Bir de tabii sizleri de fazla yormadan, molalar vererek dolaşalım adayı…
Bugünün programında ilk hedef Plomari (Haritada no. 4)… “Nasıl bilirsiniz?” derseniz, biz çok sevdik, bakalım siz de sevecek misiniz?
Mitilini’den çıkış yine aynı yolla, çamlar ve zeytinler arasından oldu. Gera Körfezi’ni geçer geçmez soldan Plomari levhasına döndük. Yine dar, yine virajlı bir yolla köyler arasından süzülerek güneye iniyoruz. Solda Gera Körfezi’nin sardalya deposu, masmavi suları görülüyor tepelerden aşağı. Çok güzel yerlerden geçiyoruz. Tabii güzellik kavramı göreceli bir kavram, benim “güzel” kavramıma çok uygun diyelim.
Çınar ağaçlarının gölgelerinde şirin köyler, yolların kıyısında basit ama temiz kahveler, biz de olsa birkaç “kendin pişir-kendin ye” teşkilatı da olurdu, ya da yol kenarında zeytinyağı, pekmez, meyva tezgahları dizilirdi. Burada öyle işler yok, millet gelirinden memnun diye düşünüyorum, ek iş yapmaya gerek görmemiş bu krizde.
Yolumuz yemyeşil bir tüneli andıran doğa içinde kıvrılıyor, yanımızdan bir de güzel dere akıyor. Sabah kahvemizi Plomari’ye gelmeden bir yol kıyısı kahvesinde içelim diyoruz. Çınarların altı serin ve güzel, kahveler lezzetli. Bu tip yerler hep aile işletmeleri, anne ve eş mutfakta, çocuklar serviste, beyefendi de sipariş ve organizasyonda, geçinip gidiyorlar. Köşede oturan anne, kabak çiçeklerini dolduruyor, sonra kızartıp öğlende taze taze servis edecek.
Kahve tam da yolun dönemecinde, ben de tam köşede oturuyorum. Beyaz bir araba önümüzde duruyor, tam virajda durulur mu eyvah diyorum, iyi ki arkadan gelen yok… Şoförün yan koltuğundaki yarı beline kadar dışarı çıkıp, İngilizce “Hagios İsidoros Plajı” nı soruyor bana. Ben dersimi çalışmış bir şekilde, biraz sonra yol ayrılacak diyorum ve “Türk müsünüz?” diye soruyorum. Evet bu adada Türk, Türkle İngilizce konuşuyor, durum anlaşılınca gülüyoruz hep birlikte :) “Nereden anladın?” derseniz, hiç kimse önü-arkası görülmeyen bir virajda durup da yol sormaz bizlerden başka… Plomari öncesi biz de Agos İsidoros Plajı’nı şereflendiriyoruz. Çok beğenmemize rağmen önümüzde daha görecek çok şey olduğundan bir bakış atarak yola devam ediyoruz.
Plomari, büyük denizcimiz Barbaros’un yurdu. 1473’de burada doğuyor. Babası aslen Rumeli’den, Vardar’lı bir sipahi. Baba, adanın fethi sırasında Fatih’in orduları ile buraya gelir, bir daha da dönmez ve adada kalır. Adanın yerlisi bir kadınla evlenir ve Türk deniz tarihine adlarını yazdıran üç erkek evlat sahibi olur. İshak, Oruç ve Hızır. Önce ağabey denizlere açılır, arkadan diğer iki kardeş de onun izinde giderler. Barbaros aslında ağabeyin adıdır ama onun ölümü ile ünvan kardeşe kalır.
Barbaros, Osmanlı’nın büyük amirali, bir korsan olarak Plomari kıyılarından yola çıkar ve Kuzey Afrika vurgunları ile Tunus’da egemenlik sağlar. Akdeniz ondan sorulur. İtalyan kıyılarında anneler yaramazlık yapan çocuklarını onunla korkuturlar. “Mamma li Turchi!”=“Anacığım Türkler!” deyimi onunla yerleşir. İstanbul Sarayı bu çok duyduğu ismi, saraya çağırır, onu onurlandırır. Sultan onu yeni filonun amirali yapar. O tarihten sonra, Plomari’li fakir denizcinin kaderi değişmiştir artık…
Barbaros’un doğduğu yıllarda Plomari bugünkü gibi deniz kıyısında değil, 10 km. yukarda dağlarda Megalochori kasabasının olduğu yerdeymiş. 1841 ve 1843’de iki yangın ve takip eden yıllarda geçirdiği büyük kışın ardından halk açlıktan perişan düşünce, yetkililer Plomari’yi deniz kıyısına taşıyorlar ve kasaba zeytinyağı ticareti, uzo üretimi ve dış ülkelere satımı ile zenginleşiyor ve çok güzel günler geçiriyor. Barbaros çağından beri kıyıdaki tersanesi ile ünlü, bugün de Tarsana semtinde tekne yapımı sürüyor.
Kasaba ikinci yıkımı Osmanlı tüccarlarının 1912’de gidişi ve 1922’de tüm müslümanların göçü ile yaşıyor. Ancak yolların yapılması ve bölgenin turizme açılması ile günümüzde bir canlılık görülüyor ve söylendiğine göre dış ülkelere göç edenler yavaş yavaş Plomari’ye dönüyormuş. Plomari’yi biraz hüzünlü görüyoruz. Günümüzde dünyanın en kaliteli “uzo”su burada yapılıyor. En meşhuru “Barbayanni”. Yunan alfabesinde “B” harfi “V “ olarak okunuyor, biz de maşallah her gece tadına baktık. Etiket rengine göre alkol derecesi değişiyor, mavi etiket tam 46 derece…
Uzo kelimesinin nereden geldiği çok ilginç. Yunanca ile ilgisi yok. Osmanlı devrinde imparatorluk sınırları içinde bu yüksek alkollü içki tüketilmesin diye, ihraç ürünün varış limanı olan Marsilya’nın adı yazılmış sandıkların üzerine ve “Uso a Marseilles” = “Marsilya’da kullanılmak üzere” denilmiş… Kullanmak kelimesi “Uso“, bugün bu leziz içkiye adını veriyor. Bana çok ilginç geldi…
Barbayanni dışında diğer markalar bizim damak zevkimize biraz tatlı geliyor. Tabii adadan ayrılmadan bu konuda ufak bir stok yaptık kendimize.
Bu kadar rakı muhabbetinden sonra arabamızı sahile park edelim ve Plomari sokaklarına dalalım. Sahil, tahmin edeceğiniz gibi turistik balık lokantaları ve modern binalarla dolu. Arkada kasaba bir amfitiyatro gibi sırtını tepeye yaslamış ve güneye bakıyor. Ilıman iklimde bitkiler bol, palmiyeler hoş…
Köşedeki asmalı kahveden içeri doğru giren yolu takip ediyoruz ve kasabanın ana meydanı diyebileceğimiz meydana geliyoruz. Kahvelerde oturanlar hareketli tavla maçlarındalar ve mevsimin ilk turistlerini süzüyorlar. Meydandan arkaya 300 yıllık çınarın gölgesine gidebilmek için bir dere yatağını geçiyoruz köprü ile. Kışın taşan ama şimdi pek de suyun olmadığı dere yatağı beton bir kanal gibi ve araba park yeri olarak kullanılıyor.
Ulu çınarın çevresinde minik bir meydan oluşmuş ve 2-3 lokanta, kahve yerleşmiş. Çınarın tam dibinde de buz gibi suyu ile eski bir çeşme görüyoruz.
Pazar ayininden dönen güzel giyimli yaşlı hanımlar bize selam veriyor. “Kalimera” diyoruz onlara. Plomari sokakları güzel ve renkli evlerle dolu. Bazı evlerin kapılarına tahta ve beton koruyucu levhalar yerleştirilmiş. Anlaşılıyor ki bu evler boş, terkedilmiş. Sahipleri ya yurt dışındalar, ya da mübadeleden sonra bir türlü çözülemeyen miras problemlerinin kurbanı olmuşlar.
Arkaya doğru yürüdükçe yokuşlar başlıyor tepelere doğru, bazı sokaklar merdivenli… Çınarın minik meydanına geriye dönüyoruz ve “Gonia Platanos”=”Çınarın Köşesi Lokantası”na çöküyoruz.
Meydan o kadar küçük ki, neredeyse biz yedi kişi sokak ortasında oturuyoruz. Lokantanın sahibi bay Skorda ve buraya Naksos adasından gelin gelen eşi Niki bizi memnun etmek için çırpınıyorlar. Kesilen elektrikler nedeni ile fırın devre dışı kalınca bazı yemekler gecikiyor ve karı-koca ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Onları rahatlatıyoruz, keyifle yemeklerimizi bekliyor ve geç de gelse lezzetlerinden bir şey kaybetmeyen fasulyeleri, musakkaları mideye indiriyoruz.
Bay Skorda öyle memnun ki, ortaya meyva, vişneli lor peyniri ve beylere birer minyatür şişe uzo şirketten geliyor. Hesap 7 kişi 62 € olunca hediyeler daha da anlam kazanıyor. Veda ederken bir aile fotosu çektiriyoruz hep birlikte günün anısına!