Yanı başımızdaki Yunan Adaları: Meis, Kos ve Simi
20/09/2020Afyonkarahisar ve Kütahya gezisi
28/08/2022Kıbrıs’ta bir bahar tatili
Kıbrıs hep elimizin altındaymış, her an gidebilirmişiz gibi düşündüğümüz bir ülke olduğu için bugüne kadar hep ertelemiştik. Öyle düşününce de bir türlü gidemiyor insan. Bence Kıbrıs’ı ertelememek lazımmış. Kıbrıs çok güzelmiş. Yaz sıcağında gitmeyi göze alamadığım Kıbrıs’a, gezmek için en ideal zamandır dediğim sonbahar ya da ilkbahar aylarında gitmeyi planlıyordum. Pandemi sebebiyle uzun süren zorunlu seyahat molasından sonra hem zincirleri kırmak, hem de çok özlediğimiz yurtdışı gezilerini anımsatacak bir gezi yapmak için uzun süredir gitmeyi düşündüğümüz Kıbrıs’a gidelim dedik. Kıbrıs kültür gezisi çok güzel oluyormuş. Kıbrıs hem bizim gibi, hem bizden farklı. Hem yurtiçi hem de yurtdışı gibi. Küçük bir yüzölçümünde gezip keyif alınabilecek onlarca tarihi ve doğal güzelliğe sahip. Her zaman yaz havası. Yılın on iki ayı denize girebilir insan. Daha ne isteyelim ki?
Kıbrıs’a havalimanında dış hatlardan geçilerek gidiliyor. Kimlik ya da pasaport ile seyahat edilebiliyor. Biz kimlik ile gitmeyi tercih ettik. Çünkü bilindiği gibi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti damgası olan pasaportları Yunanistan kabul etmiyor. Bu yüzden biz de ileride olası bir Yunanistan seyahati yaparsak sorunla karşılaşmamak için kimlik ile gitmeyi tercih ettik.
Lefkoşa Ercan Havalimanı’na sadece Türkiye’den gelen uçaklar iniyor. Türkiye’nin birçok şehrinden uçuş var. Havalimanından Girne yaklaşık 45 dakika sürüyor. Toplu taşıma sıkıntılı. Bu yüzden özel bir tur ile gelinmiyorsa en mantıklı yol bir araç kiralamak ya da şoförlü araç hizmeti veren bir acenta ile anlaşmak. Biz, trafik sağdan aktığı için araba kiralamayı tercih etmedik. Hem trafik kurallarına uyup, hem de gezeceğimiz yerleri bulmaya çalışırken stres olmamak adına şoförlü araç kiralamayı tercih ettik. Bu arada yollarda çok fazla radar var, bilmeyenler için dikkat edilmezse durduk yere yüklü miktarda trafik cezası ödememek işten bile değil.
Şoförlü araç kiralarken genelde günlük 8 saat üzerinden anlaşılıyor. Farklı bölgelere farklı fiyat isteyebilir acente. Gezmek istediğiniz rota için fiyat konusunda pazarık yapabilirsiniz. Günlük ücret 1500-2000 TL aralığında ama biraz sıkı pazarlık ile 1000 TL ye doğru da çekebilirsiniz.
Çok sık rent a car ofisi gördük, şoförlü araç bulmak zor olmayacaktır.
Biz Kıbrıs’ta güzel, hareketli ve merkezi olduğu için Girne’de konaklamayı tercih ettik. Pandemiden kaynaklı olarak otelde kalmayı tercih etmedik. Airbnb’den merkezde bir apartman dairesi kiraladık. Havaalanı transferini de ev sahibi ile iletişime geçerek planladık. Ama şoförlü aracımızı Kıbrıs’a gitmeden önce internetten yaptığımız araştırma ile iletişime geçtiğimiz bir turizm acentası aracılığı ile ayarladık. İyi ki de öyle yapmışız, çünkü şoförümüz Mehmet ile ilk dakikalardan itibaren müşteri şoför ilişkisinden çok yıllardır tanışıyormuşuz da beraber geziyormuşuz gibi bir samimiyet yakaladık, umarım bir gün yine bir yerlerde görüşürüz
Kaldığımız apartman Girne Liman’na yürüyerek 10 dakika gibi bir mesafedeydi. Tüm Kuzey Kıbrıs şehirleri gibi Girne de küçük ve sevimli bir şehir. Kaleye giden yol eski evlerin olduğu, kocaman ağaçların sıralandığı ve mis gibi kokan rengarenk çiçeklerle bezeli bir yol
KARPAZ
Girne nasıl olsa merkez nokta, konakladığımız yer diyerek Girne’yi keşfetmeyi adadaki üçüncü günümüz olan son günümüze bıraktık. İlk günümüzü ise adadaki en uzak nokta olan Karpaz Yarımadası’nı ve ardından Gazi Magusa’yı gezmeye ayırmayı tercih ettik. En uzak dediğim yer, araba ile iki saatlik bir mesafe. Ancak Karpaz Milli Park’ının yolu biraz bozuk olduğu için hız yapılmadığından yol biraz daha uzunmuş gibi geliyor insana. Yolda yavaş gitmek çok eğlenceli Çünkü en uzak nokta olan Zafer Burnu’na ve Apostoloz Manastırı’na ulaşana kadar yolda bir sürü yabani eşek yolunuzu kesiyor ve yiyecek almadan da yoldan geçiş izni vermiyor.
Eşekler, geçmişte bölgedeki Karpaz köylülerinin yaşamına büyük katkı sağlarmış. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar eşekler tarımsal kırsal yaşamda hep var olmuşlar. Traktöre sahip olmak kolay olmadığı için hayvan gücüne olan ihtiyaçtan ve adada elde edilmesi pahalı olan sınırlı sayıda at olması nedeniyle eşekler büyük bir önem kazanmış. Ağırlıklı olarak bir taşıma gücü olarak hizmet ederek toplama sırasında zeytinleri, tahılları un değirmenlerine ve gideceği diğer bölgelere taşırlarmış. Geçmişte, arazinin dönümleri bir eşek kadar pahalıymış ve bu hayvanlar için büyük tarla parçaları değiş tokuş edilirmiş.
Eşeklerin rolü 1970’li yıllara gelindiğinde Kıbrıs’taki yaşam koşulları sanayide değişikliklere uğradıkça değişip, Kıbrıs’ın eşeklerinin önemi yavaş yavaş kaybolmuş.
1974 Barış Harekatı’ndan sonra birçok eşek sahibini kaybedince ve birçok Kıbrıslı Rum güneye gidince Karpaz Yarımadası, eşekler için toplu halde yaşanacak ideal bir yer olarak ortaya çıkmış.
Şimdi telli bir bölge var ve orada özgürce yaşadıkları büyük bir yaşam alanları var Böyle tatlı turistik bir hal almışlar. Bir de cinlik öğrenmişler, insanları haraca bağlamışlar işte :) Ağaçların altına saklanıp arabanın geçtiği yolu tam ortalayacak şekilde yola çıkıyorlar ve ilerlemenin imkanı olmuyor :) Bizi de en az on kez durdurdular Eşeklerin salatalık ve elma ziyafetinden sonra Apostoloz Manastırı’na vardık. Eşeklerin olduğu telli bölgeye yaklaşırken adanın en uzun sahili olan AltınKum Plajı’nı izleyebileceğimiz seyir noktasında durduk. Burada muhteşem bir manzara sizi bekliyor. Sadece Kıbrıs’ın değil bütün Akdeniz’in en güzel plajlarından olan Altın Kum’un Karpaz bölgesinin ünlenmesinde en önemli yeri olduğu kesin. Kilometrelerce uzunlukta ve çok ince altın sarısı kumdan olusan bu dev plaj sakinligi ve el değmemişliğiyle Akdeniz’deki Caretta Caretta deniz kaplumbağalarının büyük kısmının yumurtlamak için tercih ettikleri bir alan.
Altınkum’u seyir tepesinden izledikten sonra dayanamayıp deniz kıyısına kadar inelim, içimize biraz deniz havası çekelim dedik ve Akdeniz’in uçsuz bucaksız mavisini izledik bir müddet.
Karpaz Yarımadası’nın en uç noktası olan Zafer Burnu’nun güneyinde yer alan ve çok eski bir tarihi yapı olan Apostoloz Manastırı’nın hikayesi şöyle: Aziz Andreas uzun bir gemi yolculuğunda susuzluktan ve hastalıktan kırılan gemi mürettabatına kılavuzluk ederek bu burnun kayalık bir bölgesine demir atarak karaya çıkmıs. Tatlı su bulmanın neredeyse imkansız olduğu bu kayalıklarda Aziz Andreas’ın elindeki değneği bir noktaya değdirmesiyle birlikte yerden tatlı su fışkırmaya başlamış. Bu suyu içen mürettebatın tüm hastalıkları iyileşmiş, gözleri görmeyen birinin gözleri açılmış. O gün bu gündür buradaki çeşmeden akan suyun çeşitli hastalıklara iyi geldiği söylenir.
İnanç turizminide önemli bir yere sahipmiş manastır ve her yıl bir çok insan tarafından ziyaret ediliyormuş. Manastırın yanında sıra sıra hediyelik eşya tezgahları var, civarda yemek yenilebilecek ya da bir şeyler içilebilecek salaş bir yer dışında başka bir mekan yok. Bu mekana da eşekler kendi kafeleri gibi gelip gidiyorlar Burada bir kahve molası vermek pek olası değil ama dönüş yolunda Rumlar ve Türkler’in (Türkiye’den gelerek adaya çok sonradan yerleşen Tükler ile, yani adalılar ile değil) bir arada yaşadığı Dipkarpaz Köyü’ne uğranılabilir. Ben bizim Assos, Bozcaada ya da Çeşme, ya da diğer Yunan Adalarındaki, gibi otantik bir köy beklemiştim ama hiç de albenisi olmayan bir yerleşim, o yüzden biz durmadık ve dönüş yoluna devam ettik.
Dönüş yolumuzda yine Karpaz Bölgesi’ndeki kiliselerden biri olan Aya Trias Bazilika’sını görmek için Sipahi Köyü tabelasını takip ettik. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla kazı alanı kapalıydı. Biz de tarihçesini okuyup biraz bilgi sahibi olduktan sonra fotoğraf çektik ve oradan ayrıldık.
Kıbrıs’ta bizim milli bayramlarımız aynı coşku ile kutlanıyor. Bayram sebebiyle her evde bayrak asılıyıdı. Türk Bayrağı ve K.K.T.C. bayrağı her zaman yan yana. Bir de ortasında Mustafa Kemal Atatürk oldu mu, seyrine doyum olmuyor.
Kuzeydeki küçük Sipahi köyünde yer alan Aya Trias Bazilikası’nın tarihi 5. yüzyılın sonlarına dayanmakta. 7. yüzyılın ortasına doğru kilisenin tahrip olması üzerine güney tarafında yer alan küçük kilise ile bazı ek binalar yapılmış. Son olarak 9. -10. yüzyılda tahrip edilmesi üzerine tamamen terkedilmiş. 7. yüzyılda Arap saldırılarıyla yıkılan bazilika, 1957 yılında tesadüfen keşfedilmiş ve iyi korunan mozaikleriyle ünlüymüş.
Artık iyice acıkan karnımızı doyurmak için Mehmet’in tavsiyesi ile Küp Kebabı yemek üzere, Sipahi Köyü’nden sonra yol üstündeki Yeşilyurt Köyü’nde bu işi Kıbrıs’ta tek ve en güzel yapan yer olan Kadı Restoran’a gittik. Burada köylü kadınların yaptığı ev yemeği tadındaki Küp Kebabı, yöresel fırınlarda ağır ağır pişiyor ve bölgede çıkan lezzetli patates ve Kıbrıs mezeleri ile servis ediliyor. Karpaz Bölgesi’nde yemek yemek için çok fazla restoran seçeneği olmadığı için, bizim gibi karnı acıkanlara, et severlere, yolu düşenlere Kadı Restoran’ı öneririm.
Kıbrıs’ta kaldığımız üç gün boyunca Mehmet’in restoran tavsiyeleri ile seçimlerimizden memnun kaldık.
GAZİ MAGUSA
Yemek faslı bittiği gibi heyecanla beklediğim Gazi Magusa gezisi için yola koyulduk. Girne’den Karpaz’a giderken uzun sahil şeridinde güzel manzaralar eşliğinde yol almıştık. Bu bölgeyi ilkbaharda düşünemiyorum. Adaya özgü Kıbrıs lalesi ve rengarenk çiçekler ile bezeniyormuş. Gazi Magusa’ya başka bir yoldan giderek Kuzey Kıbrıs’ıngüneyine inmiş olduk.
Gazi Magusa’nın adanın en tarihi şehri ve adeta bir açık hava müzesi olduğunu biliyordum ancak kendimi küçük bir Avrupa ülkesinde hisssedeceğimi düşünmemiştim. Namık Kemal Meydanı’nda Mehmet ile ayrıldık. O bizi beklemek için bir kafede oturmayı tercih ederken biz de eski şehrin sokaklarını arşınlamaya başladık. Bazı yapılar Venedik’teki gibi! Zaten mimari hem Venedik hem de Venedik Krallığı öncesi Lüzinyan Dönemine ait. Şimdiki adı ile Lala Mustafa Paşa Cami olan St. Nicholas Katedrali Lüzinyanlar döneminde, 1298 – 1312 yılları arasında inşa edilmiş olup, tüm Akdeniz dünyasının en güzel Gotik yapılarındanmış. Mimarisinde Fransa’daki Reims Katedralinden etkilenilmiş ama bana ilk görüşte Prag St. Vitus katedralini anımsattı.
Lala Mustafa Paşa Cami ile ilgili biraz bilgi verirsek: Lüzinyan kralları, önce Lefkoşa’da St. Sophia Katedrali’nde Kıbrıs Kralı, sonra da Mağusa’da St. Nicholas Katedrali’nde Kudüs Kralı olarak taç giyerlerdi. 1571 yılında cami haline getirilene dek, bu törenler yapılagelmiştir. Katedralin en güzel ve en iyi korunmuş olan batı cephesinin mimarisi Fransa’daki Reims Katedralinden etkilenilerek yapılmış. Gotik tarzda işlemeli eşsiz bir penceresi bulunan katedralin 16’ıncı yüzyıl Venedik galerisi avluda yer almakta ve günümüzde şadırvan olarak kullanılmaktadır.
Katedralin giriş bölümünde yer alan tarihi cümbez ağacı veya tropikal incir ağacı (Ficus Soycomorus veya Minimal Deciduos) yaklaşık 700 yıllık geçmişi ile Kıbrıs adasındaki en yaşlı canlı varlıktır. Ağacın katedralin inşaatına başladığı 1298 yılında dikildiği söylenmektedir. Gövdesi 2.70 metreden sonra 7 dala ayrılır. Yılda yedi kez meyve veren ağaç, katedralin önüne büyüleyici bir gölge veriyor. Kökleri Doğu Afrika’ya ulaşan ağaç, güzel bir meyveye sahip olması, sıcak yerler için yarı kapalı gölge bir mekan oluşturma özelliği ve mobilya yapımı için değerli kerestesinin olması nedeniyle eski Mısır’lılar döneminden beri yörede önemliydi. Ağacın meyvelerine halk arasında Firavun meyvesi denmesi belki de buna bağlanabilir.
Namık Kemal Vatan Yahut Silistre adlı oyununun sahnelenmesinden sonra halkın coşkunluğa kapılması üzerine dört arkadaşıyla birlikte yargılanmadan sürgüne gönderilir. Namık Kemal’in Magosa sürgünü otuz sekiz ay sürmüş, V. Murat’ın tahta çıkışıyla ilan edilen afla sona ermiş. Namık Kemal’in mektuplarından öğrenilenlere göre Magosa’da her şey olumsuzdur. Yaşanacak bir yer değildir. Namık Kemal burada pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalanmıştır. Rutubetten de son derece muzdariptir. Burada bol olan şey zamandır. Başka yapacak bir uğraşı olmadığından zamanını edebiyata ayırır. Birkaçı dışında eserlerinin tamamını bu sürgün döneminde verir. Sürgünden önceki dönemde şiirleri dışında verdiği tek edebiyat eseri Vatan yahut Silistre’dir. Dolayısıyla bu sürgün dönemi bize edebiyatçı Namık Kemal’i kazandırmıştır.
Bu binanın 1360 yılında Suriyeli bir tüccar olan Simone Nostrano tarafından yaptırıldığı duvarındaki bir yazıda belirtilmektedir. 1571 yılındaki bombardımana rağmen, sağlam yapısı ile ayakta kalabilmiştir. Eşsiz bir taş işçiliğine sahip. Osmanlılar, adadaki hakimiyetleri döneminde binayı cami olarak kullanmaya başlamışlardır. İngiliz Dönemi’nde patates, hububat v.b. amaçlar için ambar olarak kullanılması nedeniyle Buğday Camisi olarak da anılmaya başlanır.
Zaten küçük olan Gazi Magusa Meydanını gezdikten sonra bu sefer de türkülere konu olmuş Magusa Limanı’nı görmek için surlara çıktık. Hem Lefkoşa hem de Magusa’da şehri çevreleyen ve oldukça iyi korunmuş surlar var.
1489 yılına dek Magusa şehrini çevreleyen Lüzinyan surlarını, Kıbrıs’ı ele geçiren Venedikliler özellikle Osmanlılara karşı önlem almak üzere, ateşli silahlara karşı sağlamlaştırmak amacıyla 1550’li yıllarda Venedik’ten uzman getirerek yeniden elden geçirmişler. Ayrıca surun şehir dışındaki kısmında 46 m genişliğinde hendekler var. Duvarlarda burçlar, kapılar, rampalar, mangallar, cephanelik, depo ve ahırlar bulunmakta. Magusa’nın Osmanlılar tarafından fethi sırasında harap olan surlar, fetih sonrası Osmanlılarca onarılmış. Bu dönemde Rumlar ve Türkler değişik bölgelerde yaşamışlar. Türklerin genel olarak Suriçi’nde, Rumlar ise Maraş ve Aşağı Maraş Bölgesinde.
Gazi Magusa’da gezilecek tarihi alanlardan biri olan Salamis Antik Kenti, şehre varmadan karşımıza çıkıyor.
Bronz Çağı’nda kurulmuş ve zamanında Kıbrıs’a başkentlik yapmış olan Salamis Antik Kenti’nin tarihi M. Ö. 11. yüzyıla a kadar uzanıyor. Efsaneye göre bu kent, Antik Yunanistan’da Truva savaşlarından sonra Salamis adlı bir adanın prensi tarafından kurulmuş. Kimi arkeologlara göreyse M.Ö. 1075 yılında Enkomi büyük bir depremle yerle bir olduktan sonra halk yavaş yavaş buraya göçmüş ve Salamis Kenti‘ni kurmuş.
Sırasıyla Helenistik, Roma ve Bizans dönemi izlerini taşıyan kentin içerisinde yer alan Antik Tiyatro, Forum, Zeus Tapınağı, sportif faaliyetlerin yapıldığı Gymnasium, eski Hamam yapıları, pazar yeri ve Salamis krallarının mezarları en çarpıcı yerler arasında.
Gazi Magusa’nın yakın tarihine dikkat çeken en ilginç yerlerinden biri de Kapalı Maraş Bölgesi.
Maraş, orijinal adıyla “Varoşa” 1974 Barış Harekatından önce Akdeniz’in en hareketli Turizm merkezlerinden birisiymiş ve uzun bir sahil şeridi boyunca sıralanmış 90’dan fazla otel, birçok tatil köyü, restoran, müze, casino gibi turistik tesislerle dolup taşan hafta sonlarında yürümekte güçlük çekilecek kadar kalabalıklaşan bir tatil beldesiymiş. 1970’li yılların başında Maraş, Avrupa’nın milyoner iş adamlarına, Marliyn Monroe, Sophia Loren gibi dünyaca ünlü isimlere ev sahipliği yaparken bir anda karanlığa bürünüp “Hayalet Şehir” olmaya terk edilmiş. Şu sıralar Birleşmiş Milletler tarafından denetlenen ve Kıbrıs adasını ikiye ayıran “Yeşil Hat” tampon bölgesinde. İçerisinde BM’ye ait bir adet bina bulunmakta.
Kapalı Maraş Bölgesi tam 46 yıl sonra 2020 yılında halka açıldı. Bölgeyi şimdi yürüyüş yolunu takip ederek, ister yürüyerek ister bisiklet ile izin verilen kısmına kadar gezmek mümkün. Bir zamanlar buranın Kıbrıs’ın en gözde mahallesi olduğuna inanamıyor insan. Hayat durmuş. Her yer terkedildiği gibi kalmış. Kapının önüne atılmış sandalye, masalar hatta masa üzerinde duran bardaklar… Her yer paslanmış, yıkılmak üzere… Bakımsızlıktan çiçekler ağaçlar coşmuş, pespembe begonviller kaplamış evlerin bahçelerini. Kapalı Maraş’ın sahili turkuaz renginde. Maldivler’le yarışır bu arada. Gelecekte Maraş’ın akıbeti ne olur çok merak ediyorum doğrusu.
Gazi Magusa dediğim gibi açık hava müzesi… Ara sokaklar, şirin kafeler… Zaten tarih ve deniz iç içe girerse o şehir bir tabloya dönüşüveriyor.