Avrupa’nın en batı ucuna yolculuk…
18/05/2014Fransız Rivierası’nın başkenti: Nice
26/05/2014BÖLÜM 2
Sapho’nun Kızları…
Midilli’de yeni günümüz pansiyonumuzun bahçesindeki kahvaltı ile başladı. Bahçedeki ağaçların üzerindeki son portakallar sepetin içinde kahvaltımıza tazelik katıyor. Budget yetkilisi Panos arabaları binbir titizlikle inceliyor, eski çizikleri not ediyor ve biz yola revan oluyoruz. Mitilini’nin sırtını dayadığı tepenin arkasına geçerek iki tarafı çamlı, güzel, hatta beklemediğimiz kadar güzel bir yola çıkıyoruz. Sevincimiz kısa sürüyor, yol daraldı ve virajlandı, yer yer genişletme çalışmaları var. Bugünkü planımız, adanın başkente en uzak limanı Sigri’ye gitmek (Haritada no.1). 80-90 km’yi ilk etapta almamız gerek.
Midilli (Lesvos) haritasında iki büyük körfez hemen dikkat çekiyor. Bu körfezlerde dünyanın en lezzetli sardalyaları yetişiyor, sebebi de yağmur sularının milyonlarca zeytin ağacından süzülerek körfezlere akması ve balıkları beslemesi. Gerçekten de ben hayatımda hiç bu kadar iri, yağlı ve lezzetli sardalya yemedim, tam da mevsimindeyiz! İşte bu sardalya depolarından önce Gera Körfezi’ni görüyoruz, masmavi ve durgun suyu ile bir gölü andırıyor. Yolumuz zeytinlikler, çamlar ve küçük köylerden geçerek iç bölümlere doğru akıyor. Kalloni kasabasından sonra bitki örtüsü biraz kuraklaşıyor ve virajlar birbiri ardına sıralanıyor.
Yolumuzun üzerinde görmemiz gereken bir manastır var, iki araba arka arkaya yoldan ayrılarak hafif bir inişle Limonos Manastırı arazisine giriyoruz.
Burası bir erkekler manastırı ve bazı bölümlere biz kadınları almayacaklarını baştan biliyoruz. Geçmişi 9 yüzyıla dayanan bu manastırda 5000 kitap, ferman ve belge var. Osmanlı devrinde, 1526’da yeniden yapılıyor ve entellektüel bir merkez oluyor. Şu anda adanın en büyük manastırı olan Limonos çevresinde 40 kadar küçük kilise ve şapel var. Biraz yüksekçe bir noktadan bakılınca ovanın her yanına dağılmış bu kiliseleri görüyoruz, ortalık kilise kaynıyor!
Söylentiye göre, Ignatius, sultanın oğlunun sakat elini iyileştirir ve kendisine bu manastırı yenileme izni verilir. 1523 Kanuni devri oluyor ama sultanın eli sakat oğlu kimdir, bilmiyorum. Belki de bir söylenti olmalı. Ignatius’a adanan kiliseye giriyoruz ve çıkışta avludaki tavus kuşlarını görüyoruz. Yeşillikler içinde huzurlu bir mekandayız.
Manastırın müze bölümü de, özellikle benim için çok ilginç. Burada kıymetli dinsel objelerin yanı sıra birçok Osmanlı fermanı var. Bir ilginç nokta da, 1912’de adanın teslim belgesi Osmanlılar tarafından burada imzalanıyor.
Müze çıkışında avlunun karşısındaki bölümün kadınlara yasak olduğunu öğreniyoruz… Ahhh bu kadınlar, neymişiz meğerse… Adanın ünlü kadın şairi Sapho M.Ö. 6-7. yüzyıl yerine Hristiyanlık çağında yaşasaydı, nasıl isyan ederdi kimbilir? Sapho’nun bir deyişine bayılıyorum: “Ölüm iyi bir şey olsaydı, önce tanrılar ölürdü.”
Yola devam ediyoruz, virajlara da devam tabii. Bazen yükseliyoruz, köyler aşağı yamaçta kalıyor, bir de bakıyoruz, döne döne köylerin alt mahallelerine inmişiz. Skalohori köyünden geçerken, nasılsa ayakta kalmış bir minare dikkatimi çekiyor. Bol virajlı dar yollarla dağ köyleri Vatousa ve Antisa’dan geçiyoruz. Artık ağaçlar kayboldu, kıraç ve sarı bir manzara hakim. Tepede kartal yuvası gibi İpsilou Manastırı’nı selamlıyoruz.
İşte masmavi Ege yeniden gözüktü. Tepenin üstünden Sigri çok güzel gözüküyor.
Döne döne aşağıya Sigri’ye (Haritada no. 1) iniyoruz. Ufacık bir yer, kasaba bile diyemeyiz. Adanın en uzak ucunda tam batıdayız. Sokaklarda bizden başka turist yok, zaten pek kimse de yok…
Sessiz, sakin, pırıl pırıl deniz kayalar arasında parlıyor, ileride kumluk plaj da var. Bir başka tatilde buraya gelip biraz kalmalıyız.